soma katliamı… söze nasıl
başlayacağımızı bilemediğimiz, ne kadar konuşsak ve yazsak yine de çok
eksiklikler bırakacağımızı bildiğimiz bir cinayetle karşı karşıyayız.
edindiğimiz bilgilerin bir
bölümü tartışmaya açık olsa da; inkar edilemez, saklanamaz somut gerçekler de
var elimizde. bu gerçekler bile devletin ilgili kurumlarının (çalışma
bakanlığı- enerji bakanlığı ve bu
bakanlıklara bağlı alt birimlerin), soma madencilik a.ş’nin, örgütlü sendikanın
el birliği ile örgütlü denebilecek biçimde bu cinayeti katliama, neredeyse
soykırıma dönüştürdüklerini göstermektedir.
tüm tanık anlatımları ve
şirketin sahibinin cinayet öncesindeki açıklamaları insanlık dışı bir üretim
zorlamasının olduğunu gösteriyor. şirket sahibi daha önce yaptığı açıklamaların
birinde; söz konusu madende “yıllık 6 milyon ton kömür ürettiğini”, “devletin
130 dolara çıkardığı kömürü 23,80 dolara çıkardığını” övünçle, üstü örtük
biçimde diğer maden şirketlerini, en çok da türkiye kömür işletmeleri (tki)’ni
küçümseyerek anlatmıştır.
işçiler ise “ekipbaşı”,
“dayıbaşı” gibi adlarla madene işçi (köle) sağlayan gerçekte taşerona karşılık
gelen uygulamaların varlığını anlatırlarken; “üretilen kömür oranına paralel
prim aldıklarını, bu nedenle ekipbaşıların işçileri zorladıklarını
belirtmektedirler. (07 mart 1983’te türkiye taşkömürü kurumu –ttk- armutçuk
müessesesi’nde patlayan grizunun temel nedenlerinden biri prim sistemiydi. daha
çok prim almak için yapılan ihmaller, alınmayan önlemler 103 kişinin ölümüyle
sonuçlanmıştım. daha sonra ttk bu prim sistemini terk etti.)
her insanın fiziki olarak
sürdürebileceği bir çalışma temposu vardır. bu temponun zorlanması bile
kazaların hazırlayıcısı olabilir. yeraltı madenciliğinde işçiliğin yanında
belirleyici ve ötelenemez durumlar vardır; ve bunlar bilimsel olarak ortaya
konmuştur. ocağın tahkimatının nasıl olacağı, havalandırmasında dikkat edilecek
unsurlar, elektrik-mekanik araçların kullanımı, gaz ve ısı ölçer sensörlerin
yerleştirileceği yerler ve sayıları, acil durumlarda iş
sırasını-görevleri-sorumluları gösteren risk planı, tahlisiye istasyonları ve
bu istasyonlardaki ekiplerin eğitimi vb.
soma’da bilirkişi ön raporu da
gösterdi ki, bu ocakta günler öncesine dayanan bir yanma, tahkimat eksikliği ve
içten yanmanın (büyük olasılıkla) açık aleve dönüşerek çökmeye (göçüğe) yol
açması durumu yaşandı. Söylenen iki yalan; hem enerji bakanının “trafo
patlaması” (daha ocaktan bilgi gelmeden yaptığı –aceleci ! – açıklaması, hem de
şirketin yaptığı “ani karbonmonoksit yükselmesi” açıklaması boşa çıktı. şirket
bu açıklamayı yaparken karbonmonoksit gazının yanmayla oluştuğunu ve bir anda
yükselemeyeceğini, kömürün oksijenle temas hızı, oranı ve süresine bağlı olarak
günler, hatta aylar alabileceğini bilmiyor olabilir mi sorusu anlamlı mı
bilmiyorum ! (şirkete göre karbonmonoksit oranı 3 dakikada 500 ppm’e çıkmış. oysa
yeraltında lağım atıldığı anlarda bile (barutla patlatma) bu oranın görülmesi
olası değil. bu ancak yanma sonucu olabilecek bir orandır.) enerji bakanı bir
mühendis olarak bir trafo patlamasının böyle bir yangına yol açmayacağını,
açmaması gerektiğini bilmiyor olabilir mi? yeraltı madenciliğinde elektrik
trafolarının korunaklı, dış koşullardan etkilenmeyecek, dışarısını da etkilemeyecek
biçimde yerleştirilmesi gerektiğini bile bile iki gün boyunca trafo patlaması
demesindeki ısrar anlamlı değil mi?
şu ana kadar ki tüm net
bilgiler, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin üretim zorlaması ve yüksek
kar hırsına kurban edildiğini gösteriyor. Patronun “devletin 130 dolara
çıkardığı kömürü 23,80 dolara çıkarıyorum” sözü gerçekte; enerji-işçilik ve
sarf malzemesi dışında hiçbir harcama yapmadığını itirafıdır. yeteri kadar
tahkimat malzemesi kullanılmadığı, yeteri kadar sensör (ölçüm cihazı)
yerleştirilmediği, yaşam odaları yapılmadığı, mevzuata uygun maske alınmadığı,
tahlisiye istasyonu ve ekibinin oluşturulmadığı vb. daha nasıl itiraf
edilebilir ki? Sermaye ağzıyla söylersem; en zorunlu, yaşamsal “yatırımları” yapmadan türkiye’nin en büyük
maden üreticisi olmuş bir şirket ve patron var karşımızda.
işçiler; “amirler bir hafta
önceden müfettiş geleceğini biliyordu” diyorlar. denetimin önceden haber
verilmesi ayrı bir tartışma konusu. ancak meslek bilgisi olan her mühendis (hatta
deneyimli işçi), bir ocağa girdiği zaman tahkimat durumunu, gaz ve ısı
sensörlerinin gerekli yerde ve sayıda olup olmadığını, risk planının hazırlanıp
hazırlanmadığını, patlama-göçük-gaz yoğunlaşması durumlarında yeterli düzeyde
ekip, araç gereç bulunup bulunmadığını, haberleşme sistemlerini, çalışanların
tahliye edilebileceği yerlerin durumunu, havalandırmanın yeterliliğini,
tahlisiye istasyonunu ve ekiplerinin olup olmadığını rahatlıkla görebilir. çalışma
bakanlığı denetçilerinin soma madencilik’le ilgili raporu söylendiği gibi 1
sayfa ise işçilerin “en lüks otellerde yiyip içip gidiyorlar” sözleri daha da
anlamlıdır.
mevzuat hazırlama ve denetleme
sorumluluğu olan çalışma bakanlığı bu katliamın ortağıdır. kaldı ki; yaşam
odalarını zorunlu kılan uluslararası sözleşmeyi, çalışma yaşamıyla ilgili avrupa
birliği mevzuatını onaylamayan, iç mevzuatta zorunlu yapmayan iktidar bu suçtan
kaçamaz, alt düzey teknik eleman ve
işçileri yargı önüne atarak sorumluluktan kurtulamaz.
soma madenlerinin mülkiyeti t
soma madencilik rödevans
(işletme hakkı) sözleşmesiyle aldığı madeni tki hesabına işletmektedir.
sözleşmede devlet adına alım garantisi
olması bile tki’nin (enerji bakanlığı’nın) üst işveren olduğunu göstermektedir.
bu nedenle ihale sürecinden yüzlerce madencinin katledildiği ana kadar geçen
süreçte enerji bakanlığı sorumlu ve suçludur. (kaldı ki, bu madenin açılışını
enerji bakanı taner yıldız’ın yaptığını, açılışta ülkenin en güvenlikli madeni
olarak sunulduğunu, belki bu nedenle –bile- denetim yapılmadığı, yapılamadığı
gözden uzak tutulmamalıdır.)
katliamın ilk saatlerinde
sendikanın yaptığı açıklama ile tayyip erdoğan’ın “fıtrat”, “mesleğin kaderi”
vurgulu açıklamaları birbirine ne kadar benziyor. Moda deyimle paralel…
sendikayı sonra ne gördük, ne duyduk…
bir ocakta iş güvenliği, işçi
sağlığı önlemleri göz göre göre hiçe sayılırken, “ekipbaşı”, “dayıbaşı” gibi
adlarla hiçbir eğitimden geçirilmeyen insanlar ocağa, ölüm-yaralanma pahasına
yerin derinliklerine itilirken susan, göz yuman sendika yönetimi de suçludur. yasal
olarak suçlanamasa da; ekonomik-demokratik hak örgütü, sınıf örgütü olan
sendika üyesi olsun olmasın insanların ölüme gönderilmesine sessiz kalarak
cinayete ortak olmuştur. ayrıca işçilerin iş kanunu, toplu iş sözleşmesi, yönetmelik
gibi mevzuattan doğan haklarının bilince çıkarılması, meşru hak alma ve direnme
yollarının bilince çıkarılması, içselleştirilmesi, savunulması için üzerine
düşeni yapmadığı ortadadır. (bu durum ülkemizdeki birçok sendika için
geçerlidir.)
özelleştirme taşeronlaştırma,
esnekleştirme konularında çokça yazıldı, çizildi. ancak iş cinayetleri
boyutuyla yeni yeni kamuoyu oluşmaya başlamıştır. 10 yıl iş cinayetleri
bilançosu 14.000 ölüdür. 1995- 2010 tarihleri arasında maden kazalarında 2915
kişinin yaşamını yitirmesi, 326 bini kişinin yaralanması gerçeğinden hareketle
sendikaların, meslek örgütlerinin ve sınıf adına siyaset yapanların politika
üretmeleri ve yaşam hakkı üzerinden direniş geliştirmeleri zorunlu ve meşrudur.
tayyip erdoğan soma’da 19 yüzyıl
ingiltere’sinden, 20. Yüzyıl abd’sinden örnek verince kızdık, bizimle dalga
geçtiğini söyledik; oysa haklıydı. çalışma yaşamı, işçi sağlığı, iş güvenliği
önlemleri sermayenin ve sermayenin bugünkü iktidarı akp faşizminin insan
canına- yaşamına verdiği önem 19 yüzyıl vahşi kapitalizminin çok uzağında
değildir. örneğin soma’da vardiya değişiminin ayakta (madenin üretim yapılan
noktası) yapılması (böylece bir işçinin 7,5 saatlik çalışmasının dışında geliş
ve gidişte geçen süreyle birlikte en az 9-10 saati ocak içinde geçmektedir),
ücretler düşünüldüğünde çok fark olmadığı görülecektir. kaldı ki, diğer
sektörlerde 1 milyona yakın çocuk işçi, aile işlerinde çalışanlarla 8 milyonu
aşan çocuk işçi tam da 18.-19. yüzyıl avrupa’sının yansımasıdır.
tam da bu nedenle bizim 19. yüzyıl
avrupa işçi sınıfının başladığı yerden başlayarak örgütlenmemiz; “fıtrat”,
“kader” , “yasallık” gibi engelleyici söylemleri, algıyı elimizin tersiyle
kenara iterek; “yaşama hakkı”, “insanca çalışma koşulları”, “üretenlerin
yönetmesi” gibi meşru ve hukuki taleplerimizi savunmamız gerekmektedir. bunun
gerisine düşen her davranış, eylem ve düşünce işçilerin canını, sağlığını,
geleceğini yitirdiği, patronların kazandığı, yönetenlerin patronlar için
yasalar çıkardığı sömürü düzeninin sürmesi anlamına gelmektedir.
salim
çalık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder