1925'ten 1970'e : Cumhuriyet Dönemi'nde ilk sendikal örgütlenme Cumhuriyet Dönemi'nden Cumhuriyet'e taşınan işçi savaşımlarıyla 1925'te gerçekleşmiştir. Amel Teali Cemiyeti 1927'de 1 Mayıs'ı kutladığı için Takrir-i Sükun Yasası'na uymadığı için 30.000 dolayında üye olan bu gönderika. Bu tarihten itibaren 1 Mayıs da yasaklandı. 1946'da Cemiyetler Kanunu'nda yapılanabilirle sendikal örgütlenme yasağı kaldırıldı. 1947'de 5018 olmadığını İşçi ve İşveren Sendikaları Kanunu çıkarıldı. Fakat bu kanunla grev ve lokavt yasağı getirildi.
Çok partili yaşama geçerken Demokrat Parti (DP) Programına grev yasağını kaldırmayı koymasına rağmen seçimlerden sonra bu sözünü unuttu. ABD’den yana tavır belirlemiş olan Demokrat Parti (Adnan Menderes) ' nin de yönlendirilmesiyle 1952 yılında ABD'li uzmanların belirleyiciliğinde TÜRK İŞ kuruldu. Ancak Ancak “toplu sözleşme ve grev hakkı”nın olmadığı bir örgütlenme hakkıydı DP’nin verdiği…
1961 Yılında 200.000'e yakın işçi Saraçhane Meydanı'nda “ toplu sözleşme ve grev Hakkı” için miting yaptı. 1963'teki Kavel Direnişi, iş bırakma eylemi sonrası 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt kanunu çıkarıldı.
1964 yılında Sungurlar Kazan Fabrikası'nda Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmeleri uyuşmazlık sonrası Türkiye Maden İş'in başlattığı greve Türk İş karşı çıkmış, fakat grev sürdürülmüştür… 1965 yılında 'liyakat zammı'nın adaletsiz dağıtılmasına karşı Zonguldak maden işçileri iş bırakma eylemi yapmıştır. 10-11 Mart tarihlerindeki eylem Bolu'dan komando birliklerinin Zonguldak'a, Ereğli'den Deniz Kuvvetleri'ne ait savaş gemilerinin Kozlu sahiline gönderilmesi ve kentin üzerinde savaş uçaklarının uçurulmasıyla bastırılmıştır. İşçilerin taleplerinin kabul edildiği bu eylem sırasında iki maden işçisi (Satılmış Tepe ve Mehmet Çavdar) öldürülmüştür. Bu işçiler Cumhuriyet Dönemi'nde öldürülen ilk işçilerdir.
1966 ocak ayında Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası'nda Kristal İş Sendikası'nın gerçekleştirdiği ve ilerleyen günlerde Türk İş'in desteğini çektiği grev işçi sınıfı açısından dönemin belirleyici olaylarıdır. (Aynı zamanda Derby Lastik Fabrikası'nda Kauçuk İş Sendikası'nın işçilerin onayını almadan sözleşme imzalamak istemesi üzerine işçiler fabrikayı işgal etmişlerdir.)
Bu dönem belirleyicidir. Çünkü Türk İş Yönetimi en basit hak taleplerinde, 'Yasal' grev hakkının kullanılmasında bile üyesi olan sendikalara destek olmadığı gibi son aşamada patronlardan yana tavır koymaktaydı. Ekonomik, demokratik hak taleplerinin alınması, savaşımın başarıya ulaşması için Türk İş içindeki bazı sendikaların da içinde yer aldığı Sendikalar Arası Dayanışma Komitesi bu dönemde kurulmuştur ...
13 Şubat 1967'de Türkiye Maden İş, Türkiye Lastik İş, Türkiye Basın İş sendikaları Türk İş'ten ayrılarak , Türk İş üyesi olmayan Gıda İş Sendikası'yla birlikte DİSK'i kurdular. Bu dört sendikaya Zonguldak Maden İşçileri Sendikası içinde muhalif sendika yönetici ve işçilerinzkurduğu Türkiye Maden İşçileri Sendikası da katılmıştır. Dolayısıyla DİSK'in kurucu unsurları Türk İş içinde ya da bağımsız olarak savaşım veren, sınıf gönderen sınıf sendikacılığını önüne koyan yapılarıyla yeni bir dönem başlatmışlardır. ( Türkiye Maden İş başkanı -Zonguldak- dışında DİSK'in kurucularıdır aynı zamanda TİP'in de kurucularıdır. DİSK'in Kuruluş tarihinin TİP'in kuruluş tarihi olarak belirlenmesi de rastlantısal değildir. )
DİSK Kuruluş bildirgesinde 1872'den başlayarak tüm sınıf savaşımı geleneğine sahip çıkarken , “beslenme hakkı”, “barınma hakkı”, “sağlık hakkı”, “eğitim hakkı”, “çalışma hakkı”, “vergide adalet”, “gelir dağılımında adalet” , “İnsanca ücret”, “örgütlenme hakkı” konularına değinerek ; “Bizler; Türk İşçi Sınıfının tüm çıkarları, hakları ve özgürlükleri için bir araya geldik …. Bütün gücünü işçi sınıfının bilincinden alan bizler, yurt ve dünya olayları arasında ulusumuzun ve emekçi halkımızın menfaatlerini ve memleketimizin bağımsızlığını her şeyin üzerinde tutacak ve en küçük özgürlüğümüz ve hakkımız için bilinçli bir dayanışma içinde bütün gücümüzü harekete geçireceğiz…. Kapitalist olmayan yoldan, yani emekten yana bir kalkınma planı uygulanması ve kalkınmak için uyarıcı çalışmalarımız aralıksız sürdüreceğiz. ”Denilmektedir.
1961 Yılında Kurulan ve içerisinde çok sayıda aydının, sendika yöneticisinin yeraldığı (Türkiye İşçi Partisin) TİP'nin siyasal yaşama olduğu kadar sendikal yaşama da etkilerini anımsamakta yarar var. “Köylüye Toprak Herkese İş” sloganıyla kurulan TİP DİSK'in sendikal çizgisini de belirlemiştir. 1965 seçimlerinde 15 milletvekili ile meclise giren TİP kendilerini devletin ve yurttaşların sahibi olarak gören yöneticileri ve sermayeyi rahatsız etmiştir. DİSK'in kuruluşuyla birlikte artan demokratik, ekonomik hak talepleri ve eylemleri de bu rahatsızlığı iyice artırmıştır. Örneğin bu dönemde gerçekleşen grev, işyeri işgali miting, uyarı eylemi vb. eylemlerin % 43'ü ücret ve sosyal hak talebi içerirken,% 57'si başka işyerlerindeki eylemlerin desteklenmesi, işten atılan işçilerle dayanışma, protesto için yasal düzenleme uygulamakmamasını, sendika seçme hakkı (DİSK'e üye olabilmek) için yapılmıştır.
Sınıf hareketinin özellikle 2000 yılından sonraki durumuyla karşılaştırıldığında 1965- 1970 arasında işçi sınıfının ücret dışı haklar ve başka iş kolları ve sendikalarla dayanışma amaçlı olarak yaptığı grev, iş bırakma, işyeri işgali vb. eylemlerin tüm eylemlere oranının% 57 olması sınıf için yol gösterici, yönetenler için ürkütücüdür ... elbette bu dönemde Türkiye sosyalist hareketinin yükselmeye başladığını, gençliğ içinde sosyalist örgütlenmelerle üniversitelerde, öğretmenlerin vd. . kamu çalışanlarının yaşamın diğerr alanlarında etkisini artırdığını eklemek gerekir…
ÖNCE TİP SONRA DİSK
DİSK kurulduktan sonra başta grevler olmak üzere işçi eylemlerinde ciddi artış oldu. Üstelik bu eylemler ücret ve sosyal haklarla, işyerleriyle sınırlı kalmıyor, diğer işyerlerindeki eylemleri desteklemek, lokavt ilan eden patronlara direnmek, yasaları uygulatmak için de gerçekleşiyordu.
Bu durumdan kurtulmak isteyen sermaye onlarin ve temsilcisi partiler Seçim Kanunu değişikliği ile 1969 yılındaki seçimlerde ( 1965 seçimlerindeki oyuna yakın bir oy almasına rağmen) TİP'nin meclisteki sandalye sayısının 2'ye düşürülmesini sağladılar.
Türk İş'in işçileri denetim altında tutamaması, köyden kente göçün yoğunlaştığı ve oluşan işçi kitlesinin DİSK'e yönelmesi iktidarda ve sermayede yarattığı rahatsızlık DİSK'in kuruluş bildirgesinde sıralanan bu haklar, yani anti kapitalist öze yöneliktir .
1970 gelindiğinde hem siyasi iktidar, hem sermaye, hem de Türk İş açıkça “Türk İş'ten başka konfederasyon kalmayacak” diyerek Sendikalar Kanunu'nu değiştirme yoluna gittiler. Yapılan değişikliğe göre; bir sendikanın Türkiye genelinde o işyerinin en az 3/1'ni, bir federasyonun o işkolundaki işçilerin 3/1'ni , bir konfederasyonun ise üye sendikalarının 3/1 barajını aşması, konfederasyonun Türkiye’deki sigortalı işçilerin 3/1'ini üye yapması koşulu gerekiyordu. Yasaya maddesi içindeki “çalışma yapabilmesi için…” ibaresi örgütlenmek için işyerlerinde sendikal çalışma yapma hakkını da ortadan kaldırıyordu. Bu değişiklik DİSK'i ortadan kaldırmaya yetiyordu. ( Bilinmesi açısında, bu düzenlemeyi Adalet Partisi içindeki sendika kökenli 4 milletvekili, CHP içindeki sendika kökenli 3 milletvekili tarafından da savunuldu. Meclisteki oylamaya katılan 234 milletvekilinin yalnızca 4'ü hayır oyu kullanmıştır. )
15 Haziran 1970'te DİSK'in örgütlü olduğu işyerlerinde işçiler işbaşı yapmalarına rağmen çalışmıyorlardı . Daha sonda işçiler fabrikalardan yollara çıktılar. İstanbul Ankara yolunu trafiğe kapattılar. Ankara, İzmir, İzmit'teki işçilerin de desteğiyle 150 binden fazla işçi çıkarılmak istenen Sendikalar Kanunu'na karşı direnmeye başlamıştı. 16 Haziran'da da işçiler direnişi yükselterek sürdürdüler. Eylemler sırasında 3 işçi (Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım ve Mustafa Baylan), 1 esnaf ve 1 polis yaşamını yitirdi. Bakanlar Kurulu 16 Haziran akşamı sıkıyönetim ilan etti. İzmir, Ankara, Gaziantep, Adana başta olmak üzere bazı illerde eylemler sürdü…
15-16 Haziran işçi sınıfının konfederasyon, iş kolu, işyeri, siyasi tercihler gibi ayrımları bir kenara bıraktığı ve bugüne de ders olması gereken en önemli direnişlerden oluşur. Çıkarılan düzenlemeyi destekleyen Türk İş’e rağmen Türk İş içindeki bazı sendikalar ve binlerce işçi DİSK 'i ve sendikal örgütlenme hakkını, sendikal bağımsızlığı savunmaktadır. 1970 yılında sigortalı işçi sayısı 1,3 milyondur; Türk İş üyesi işçi sayısının 400 bin, DİSK üyesi işçi sayısının 50 bin olduğu ve 15-16 Haziran'da 200 bin işçinin çıkarılmak istenen Sendikalar Kanunu'na karşı direndiği düşünülürse eylemin büyüklüğü ve önemi dana net görülür. Ülkenin toplam sigortalı işçilerin% 15'ten fazlası direnişe katılmıştır. (Bugünkü karşılığı yaklaşık 3 milyon işçidir.) Bu direnişin kitleselliği, Sendikalar Kanunu'nun Anayasa Mahkemesi tarafından iptalini sağlamıştır.
DİSK'in savunduğu hakların yalnızca DİSK üyesi işçilerin değil tüm çalışanların ve toplumun hakkı olduğunun, bunun Türk İş üyesi işçiler tarafından da görüldüğünün yansıması olarak 15-16 Haziran Direnişi'ne onbinlerce Türk İş üyesi işçi de katılarak DİSK 'i savunmuş, DİSK'in o güne kadarki savaşımına sahip çıkmıştır. 15- 16 Haziran Türkiye işçi sınıfının iktidara ve sermayeye olduğu kadar teslimiyetçi Türk İş'e ve sendikalara da bir yanıtıdır.
1970'li YILLAR
Türkiye işçi sınıfı hareketi sermayenin ve iktidarların baskılarına, hatta DİSK'in TİP etkisiyle başladığı sınıf eksenli örgütlenme ve savaşım çizgisini terk etmesine rağmen bir çok işyeri ve iş kolunda sınıf ve kitle sendikacılığı temelinde örgütlenmeler yükselerek sürmüştür. Sosyalist solun yükselişini önlemek ve toplumsal muhalefeti hizaya getirmek için 12 Mart 1971’deki askeri muhtırayla kısa bir kesinti yaşansa da 1970’li yıllar sınıf hareketinin yükseldiği yıllardır.
Toplumsal muhalefetin ve sınıf bileşenlerinin birlikte davrandığı ve siyasal parti ve örgütler tarafından araçsallaştırılmadığı durumlarda başarılı savaşım örnekleri yaşanmıştır. Örneğin; Yeraltı Maden İş Sendikası (aynı zamanda kamu işyerlerinde örgütlenen ilk DİSK üyesi sendika olarak) işyeri komite ve konseyleri iaracılığıyla tüm çalışanların işleyişinde söz ve karar sahibi olmalarını sağlamıştır.
ODTÜ'deki faşist işgal girişimine karşı sürdürülen ve 9 ay süren savaşımın sonunda ODTÜ işçileri Tek Eğitim Büro İş Sendikası'nı kurdular. Devrimci Metal İş, Kimsan İş gibi bağımsız sendikal örgütlenmeler bu dönemde gerçekleştirmiştir. 1980 yılı başlarındaki Tariş Direnişi 12 Eylül 1980 darbesinden önceki en etkili eylemdir. İşten çıkarmalar, işe alımlarda siyasi ayrımcılık (MHP’li militanların alınması) karşısında direnen Tariş çalışanlarına İzmir halkı ve üniversite öğrencileri destek vermiş, direniş İzmir’de sıkıyönetim ilan edilerek bastırılmıştır.
15-16 Haziran direnişi öncesi ve sonrasında kamu çalışanlarının (memurların) da örgütlendiği ve ekonomik, demokratik haklarıyla birlikte toplumsal sorunlara, hükümet politikalarına karşı muhalefet geliştirdikleri, antifaşist savaşım verdikleri unutulmamalıdır. Özellikle Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS), Türkiye Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖP-DER), Türkiye Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) gibi örgütlenmeler sınıf haraketinin yaşamın her alanında söz söylemelerinin önünü açmada etkili olmuşlardır.
1970' lerde yaşanan politikleşme toplumsal duyarlılığı ve sorumluluğu da bilince çıkarmıştır. DGM Direnişi, Faşizme İhtar Eylemi, 1977 1 Mayıs'ı siyasal talepler doğrultusunda örgütlenen işçi sınıfının düzeyini (hatta gücünü) göstermesi açısından önemlidir. ( Bu noktada DİSK'in “partilerüstü sendikacılık” ilkesini yazılı duruma getirdiğini anımsamak gerek… -8. Genel Kurul )
1973 petrol krizi ve sonrasında tüm dünyada yaşanan ekonomik kriz Sermayenin ve sermaye yanlısı partilerin sosyal devlet veya refah devleti olarak tanımlanan Keynesyen politikaların terk edilmesi, piyasanın serbestleştirilmesi, sermayenin uluslararası dolaşımı, devletin ekonomiden çekilmesi vb. politikaları gündeme getirmeye, yani toplumun ekonomik, sosyal, siyasal kazanımlarına saldırmaya başladığı dönem oldu.
Türkiye tarım üretimindeki düşüş, ödemeler dengesindeki açık ithal ikameci üretim anlayışının sonucu olarak krizi daha ağır yaşamıştır. Karşılıksız para basarak krizi ötelemekten başka bir çözüm ütemeyen hükümet ve sermaye Turgut Özal'a hazırlattıkları 24 Ocak Kararları'yla krizden çıkmayı amaçlamışlardır. Ancak işçilerin ve kamu çalışanlarının ekonomik, demokratik haklarının, çiftçilerin ürün fiyatlarının, aldıkları desteklerin baskılanması, sosyal devletin topluma sağladığı temel hak ve çıkarların yok edilmesi baskıcı bir parlamenter sistemde bile olanaklı değildi. 12 Eylül 1980 darbesinin tamel amaçlarından biri 24 ocak kararları’na uygun bir düzen kurmaktı.
12 EYLÜL
“Türkiye bir dönüm noktasına gelmistir. DİSK'in önündeki ivedi görev direnenlerin yanında yer alması, bu direnişin genişletilmesi için gerekli aygıtların, yani direniş komitelerinde örgütlendirilmesinin en geniş boyutlara götürülmesini sağlamak… ”DİSK 7. Genel Kurul'da Yeraltı Maden İş, Deri İş, Nakliyat İş, Limter İş, Dev sağlık İş, ASİS ve Sine Sen'in “Öneli, düzenle bağlarını atmış bir DİSK yaratamaz isek, ne denli koalisyonlarla bir araya gelirsek gelelim YARIN ÇOK GEÇ OLACAK“ (1) denilmekteydi… 13 Eylül günü çok geç olmuştu.
Türk İş dışındaki tüm konfederasyonlar, bağımsız örgütlenmelerle birlikte siyasi partiler, 24 Ocak neo liberal politikalarına muhalefet edebilecek tüm sivil toplum örgütleri, gazeteler, dergiler kapatılmış, yöneticileri tutuklanmıştı. 15-16 Haziran 1970'te büyük bir direnişle korunan ve sonrasında kazanılan haklar ve özgürlükler darbecilerle birlikte patronlar tarafından yok edilmişti. Türkiye Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası (TÜTSİS) Halit Narin “Bugüne dek işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” diyerek olanı, daha çok da ileride BASKANI işçi sınıfının emekçilerin neler yaşayacağını açığa vurmuştur. 2821 ve 2822 sayılı yasalarla Türk İş'in temsil ettiği geleneksel, uzlaşmacı sendikacılık güvence ”altına alınıyor; 15-16 Haziran Direnişi'nin sebebi olan barajlar işyeri, iş kolu barajlarıyla birlikte sendika yöneticisi olabilmek için işyerinde 10 yıl çalışma koşulu da getiriliyordu.
Darbeciler patronlar bununla da yetinmeyip 1984 yılına kadar sözleşmeleri askıya alarak, bazı işkollarına da grev yasağı getirdiler. Bu süreçte kapatılan DİSK bağlı sendikalara üye işçiler Türk İş'e bağlı sendikalara yöneldiler
DİSK üyesi 500 bine yakın işçinin Türk İş icinde üye oldukları sendikalarda etkili olamamalarının tek nedeni Türk İş içindeki sendikal bürokrasi değildi elbette. Özellikle DİSK'in TKP- CHP çizgisi tarafından denetim altına alındığı 1973-74'ten sonra üyelerini işyerinde, iş kolunda bağımsız karar alabilecek bilinçten ve anlayıştan uzaklaştırması önemli bir etkendir.
12 Eylül'ün Etkileri: 12 Eylül'ün ilk ve görünür etkilerinden biri işçi ve köylülerin ulusal gelirden aldıkları paylarda görüldü. 1965 yılında işçiler ulusal gelirden% 27, çiftçiler% 35 pay alıyorlardı. Bu paylar 1971'de işçiler % 31.37 , çiftçiler % 31.31; 1979 yılında işçiler % 32.80, çiftçiler % 24.80 düzeyindeydi. 1980'de işçilerin ulusal gelirden aldıkları pay % 26.66, çiftçilerin kullanırken pay % 23.87; 1989'da gelindiğinde işçilerinde % 14,80, çiftçilerinde ödeme ise % 15,40'a düşmüştü. Özetle 1971 yılında işçi ve çiftçiler (büyük çoğunluk) ulusal gelirden% 63'e yakın pay alırken 1989'da %30.20'ye küçük azınlığın (patronların) payı da% 69.80'e çıkmıştı. Halit Narin'in 1980'de “gülme sırası bize geldi” sözü işçilere ve çiftçilere karın tokluğuna çalışmak olarak yansımıştı.
12 Eylül ürünü 1982 Anayasası ve 1983'te iktidara gelen Anavatan Partisi (ANAP) Özal İktidarı devleti ve otoriteyi kutsayan, “yazgısına boyun eğen” bir toplum inşasına girişti. Anayasal düzenlemelere paralel olarak muhafazakar (tarikat ve cemaatler) eğilimler desteklenirken eğitim sistemi de apolitik/ duyarsız bir gençlik yetiştirmek üzere düzenlendi.
Tarikat ve cemaatlerin güçlendirilmesi, eğitim sistemindeki yozlaştırmalar siyasiler için kullanışlı alanlar yaratmakla birlikte, daha çok emekçilerin ve yoksulların icinde yasadıkları koşullara boyun eğmeleri, “tevekkül” icinde razı olmalari gibi teslimiyetçi bir yaşam biçiminin alt yapısını (inancını ) oluşturuyordu. Dini duyguları ve inançları sömürülen işçilere, çiftçilere, yoksullara şükretmek, “ekmek verene” karşı gelmemek öğütleniyordu… (2000’li yıllarda etkisini derinden duyumsatacak kültürel, ideolojik dönüşüm 12 Eylül ve Turgut Özal iktidarının işçiler ve çiftçiler (yoksullar) üzerindeki en yıkıcı etkilerinden biriydi.) İdamlar, fiziki baskı, şiddet, işkence ve kitlesel gözaltılar, tutuklamalar yetmemiş; toplumun ruhunu da tutsak etmeye yönelmişti…
“Yasalarla korunan vecdenetlenebilen, siyasetle uğraşması suç sayılan ve düzenin kurumlarıyla içice olan Genel Merkez Yöneticilerinin tek söz sahibi olduğu, işçilerin bağımsız örgütlenmelerinin yetki barajlarıyla kolayca boğulabileceği merkezi, hiyerarşik sendikacılık, 2821- 2822 Sayılı yasalarla hukuksal güvenceye kavuşturulmuş oldu. Geleneksel sendikacılık bu yasalarla sağladığı gücü daha sonraki yıllarda gelişen işçi hareketinin sendikal kurumlara yansımaması için sürekli ve aktif olarak kullanmaktan da geri durmadı. ”(2) (Bu yasaların en etkin kullanıldığı yerlerden biri 1989 ve 1991 tarihlerinde 3 kez yapılan Tes İş 1 No’lu Şube olmuştur. TEK Boğaziçi özelleştirmesine karşı çıkan şube yönetimi Tes İş Genel Merkezi tarafından tüm organlarıyla görevdenalınmıştır. İşçilerin özelleştirme karşıtı savaşımını önleyemeyen sendika genel merkezi 1992 yılında (4 yıl) 1 no’lu şubeyi kapatmıştır.
Bu yasaların ve sonraki düzenlemelerin başka bir etkisi de sendika yöneticisi olabilmek Için 10 yıl çalışma koşulu getirerek genç işçilerin sendika yönetimlerine girmesinin engellenmesi olmuştur. Bunun da yetmediği ve işçi sınıfının kendi önderlerini çıkarmaya basladığı sürecin önünü kesebilmek için işyerinden emekli olan sendika yönetimlerinde bulunan yöneticilere (Doğal üye sıfatı verilerek) sendika yönetimine aday olma hakkı verilmiştir .
12 Eylül'le kapatılan DİSK üyesi İşçiler haberleştikleri DİSK yöneticilerine “ne yapacağız?” sorusunu sorduklarındaz “Bekleyin” yanıtı alıyorlardı. Oysa hem baskılar, hem örgütsüzlük beklemeyi zorlaştırıyordu. İşçilerin büyük kısmı Türk İş'e yönelirken, bir kısmı da 12 Eylül sonrası koşullara ve 2821- 2822 Sayılı yasalara rağmen bağımsız sendika örgütlenmesine yöneldiler. Genel Hizmet İşçileri Sendikası, Otomobil İş, Bağımsız Tursan İş, Laspetkim İş vd. ( Bu sendikalar DİSK yeniden açıldığında DİSK'e katıldılar.) 1985 yılında DİSK yöneticilerinin tahliye edilmelerinin yarattığı hareketlilik kısa sürede DİSK yöneticilerinin ILO vb. kurumlarla ilişki kurmaya dönüşmüştür.
NETAŞ GREVİ ve 89 BAHARI
12 Eylül koşullarında ülke genelinde etkili olması ve sonrasında işçi eylemlerinin öncüsü olması açısından Netaş Grevi önemli bir yere sahiptir. Otomobil İş Sendikası'nın yetkili sendika olduğu Netaş'ta tüm yasaklayıcı düzenlemelere rağmen 18 Kasım 1986'da 2.650 işçi greve çıkmış , grev boyunca çok sayıda sanatçı, siyasetçi, yurt içi yurt dışından sendikaların destek verdiği grev 19 Şubat 1987'de ücretlerde ve sozyal haklarda kazanımla sona ermiştir.
Grev sonrası işveren toplu işten çıkarmalarla sendikanın yetkisini düşürmüş, grev süresince elde edilmiş ve desteee rağmen sendika bu duruma müdahale etmemiştir. DİSK’in açılması sonrası tartışılan “Çağdaş sendikacılık” ın , sınıf uzlaşmacılığının da ilk örneği oldu.
Netaş Grevi bağımsız sendikalarla birlikte Türk İş tabanında da karşılık buldu. İstanbul'da bağımsız sendikaların şubeleri ve Türk İş'e bağlı sendikaların şubeleri İstanbul İşçi Sendikaları Şubeleri Platformu'nu (İİSŞP) kurdu. 20'ye yakın ilde İşçi Sendikaları Platformu 12 Eylül sonrası işçiler aleyhine ekonomik, sosyal politikalara karşı sınıfın tepkisi örgütlendi. 40 gün süreyle sakal bırakmak, servise binmemek, toplu viziteye çıkmak gibi eylemler eş zamanlı olarak 30 il ve 15 dolayında işkolunda gerçekleştirildi. Yaklaşık 300 bin kişinin katıldığı bu eylemler Turgut Özal tarafından uygulanan neo liberal politikalarda gedikler açtı.
12 Eylül darbesi sonrası ilk izinli 1 Mayıs kutlaması 1987'de İzmir'de yapılmıştır. İstanbul'daki 1 Mayıs kutlamaları salonlarda veya yasaklamalara rağmen az sayıda işçiyle yapılmaya başlanmış 1992 yılında İİSŞP, SHP Sosyalist Parti'nin (SP) aynı anda dilekçe vermesi ve SP'nin geri almaması üzerine SP'nin düzenleyiciliğinde İİSŞP'nin yoğun katılımı ile kutlanmıştır .
89 Bahar Eylemleri olarak işçi sınıfı tarihine geçen eylemler 12 Eylül sonrası ilk 1 Mayıs kutlamasının önünü açtı. Mecidiyeköy ve Çağlayan'da kutlama yapmak isteyen sendikacı ve işçiler gözaltına alındı. Taksim Meydanı'na yürümek isteyen kitleye hedef gözeterek ateş açılması sonucu 17 yaşındaki işçi Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirdi.
İşçi sınıfının bu eylemlerinin ve Türk İş’i aşan fiili örgütlenmelerinin toplumsal bir yansıması olarak 1989 yerel seçimlerinde Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) belediyelerin büyük çoğunluğunu kazandı.
12 Eylül 1980'de kapatılan DİSK 1990'da yeniden açıldı. Fakat sendikal politikaları, yönetimlerinde yer alanların siyasi, sendikal DİSK'in geleneksel sendikacılık çizgisi dışına çıkıp , kurulduğu ve 15-16 Haziran'ı yarattığı dönemin sınıf politikaları yerine “çağdaş sendikacılık” anlayışını benimsedi. 1980 öncesinde tüm eksik ve yanlışlarına rağmen Türk İş karşısında seçenek olan DİSK 1990’dan sonra sürece müdahale edebilecek, sınıf ve kitle sendikacılığı doğrultusunda örgütlenebilecek politika ve araçlar geliştiremedi.
Bazı işkollarındaki grev yasaklarının kaldırılması sonrası 30 Kasım 1990’da greve çıkan Genel Maden İş (GMİS) üyesi Zonguldak Maden İşçileri uzlaşma sağlanamaması üzerine 4 Ocak 1991’de Ankara’ya yürüme kararı aldı. Maden işletmelerinde 1980 öncesinin bilgi ve deneyimini taşıyan işçilerin sendika yönetimini de aşan çaba ve örgütlülüğüyle 120 bin’e yakın insan yürümeye başladı. Kitleselliğin en temel nedeni Turgut Özal’ın “Madenler zarar ediyor. Kapatıp işçilerin maaşlarını evlerine göndersek daha kârlıyız” biçimindeki sözleriydi. 4 gün süren yürüyüş Mengen’de binlerce askerin yığınak yaptığı bir barikatla durduruldu. GMİS ve Genel Başkanı Şemsi Denizer’in grev ve yürüyüş sonrasına ilişkin bir öngörüsünün olmayışı, ülke genelinde siyasi olarak bu grevi taşıyacak bir örgütlülüğünbulunmaması, GMİS’in Türk İş tarafından yalnız bırakılması gibi çok sayıda nedenle barikattan geri dönüldü. Şemsi Denizer dönüş kararını açıklarken karşı çıkan, çıkacak olan işçileri de “provokatör, işbirlikçi” vb. suçlamayı ihmal etmedi. Böylece grevin ve yürüyüşün örgütlenmesinde emeği geçen, direnmekten yana olan doğal işçi önderleri de baskı altına alınmış oldu.
15-16 Haziran’dan sonraki en kitlesel, 1980’den sonraki en büyük eylem olan Madenci Yürüyüşü ANAP iktidarının da sonu oldu. Darbe sonrasının yasakçı, baskıcı koşullarındadarbecilerin ve sermayenin de desteğiyle Türkiye’yi neoliberal politikalara tutsak eden Özal 1991 seçimlerinden yenilgiyle çıktı. Bu aynı zamanda uygulanan ve uygulanması düşünülen neo liberal politikalara karşı toplumun verdiği yanıttı. (İşçi sınıfının ne sendikal alanda, ne siyasi alanda bir örgütünün olmadığı koşullarda kötünün ‘iyisini/ iyilerini’ seçmişti halk.) Fakat Doğru Yol Partisi (DYP) ile koalisyon ortağı olan SHP de “küreselleşme”, “yeni dünya düzeni”, “serbest piyasa” gibi tanımlamalarla halka şirin gösterilen özelleştirme, daraltma ve sosyal devletin sağladığı olanakların ortadan kaldırılması yönündeki politikalara ortak oldu.
5 Nisan 1994 Ekonomik İstikrar Paketi’nde birçok kamu kurumu işyerinin daraltılması, kapatılması, özelleştirilmesi gündeme geldi. En çok etkilenecek işletmelerden biri olan Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve GMİS’di. 1991 Ankara Yürüyüşü’nün yaratıcısı olan maden işçileri Zonguldak, Bartın ve Ereğli’deki mitinglerle, diğer işkollarındaki sendikalar da bulundukları alanlarda tepki verdiler. Bu tepkiler sonrası 5 Nisan Kararları büyük ölçüde uygulanamaz hale geldi. Fakat tüm kamu kurumlarında re’sen emeklilik uygulamasıyla kitlesel halde işten çıkarmalar (zorunlu emeklilik) başladı. Bu zorunlu emeklilikler sonrası kamu kurumlarında 1970’lerin sınıf savaşımı birikimini ve deneyimini yaşamış işçilerin büyük çoğunluğu tasviye edildi.
5 Nisan eylemleriyle siyasi iktidar ve sermaye kamuda toptan bir tasviye ve özelleştirme yapamayacaklarını anlamış oldular. Bundan sonra tek tek işyerlerine saldırılacak, “zarar ettiği”, “fazla işçi bulunduğu”, “her işletmenin asli işini yapması” gerektiği, “rekabet ortamının” ucuz ve kaliteli üretimin ve tüketimin sağlanacağı, “serbest piyasanın demokrasinin gereği” olduğu, devletin “adalet ve güvenlik” dışındaki tüm alanlardan çekilmesinin çağın gereği olduğu gibi propagandalarla toplumun parça parça ikna edilmesi, işyeri, işkolu, konfederasyon ve bölgesel düzeyde kendi içindetutsak edilmesi süreci başlatıldı. Tüm bu propagandalar karşısında sınıf hareketi adına sendikaların, siyasi örgütlerin kapsayıcı bir söylem ve eylem geliştiremeyişi, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının etkileri, Avrupa’daki etkili sol/ sosyalist parti ve sendikaların tamamen uzlaşmacı bir çizgiye savrulmaları gibi çok sayıda etken sayılabilir. Ancak ücretlerin reel olarak düşmesi, sosyal hakların yok edilmesi, işyerlerinin yok edilmesi karşısında sınıf örgütlenmelerinin en alt düzeyde bile tepki verememiş olması üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur.
KÇSP ve KESK: 89 Baharı ve sonrasında kamu çalışanları sendikal örgütlülüklerini kurmaya başladılar. 18 Şubat 1990’da sendikal haklar komisyonları, ardından Eğitim İş sonrasında Eğit Sen kuruldu. Bu sendikalardan sonra başka işkollarında 23 sendika daha kuruldu. Bu sendikalar kendi aralarındaki koordinasyonu sağlamak için Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu’nu (KÇSP) kurdular. Öncelikli amaçları yetki almak ve sözleşme yapmaktı. Bu doğrultuda 15 Haziran 1991’de 20 bin kamu çalışanı Çalışma Bakanlığı’nın önüne gitti. Gerekli düzenlemenin yapılacağı sözü üzerine eylem bitirildi. Beklenen düzenleme yapılmayınca 15 Temmuz 1992’de ilk iş bırakma eylemi “Hak Direnişi” adıyla gerçekleştirilen bu eylem toplumun her kesiminden destek aldı. 1992 sonlarına doğru mahkeme kararlarıyla sendikalar genel kurullarını yaptılar.
21 Aralık 1992’de KÇSP sendika yöneticilerine yönelik baskıların durdurulması ve toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını içeren düzenlemenin yapılması için Türkiye’nin birçok kentinde kitlesel eylemler gerçekleştirdi. Binlerce kamu çalışanı başbakanlığa yürüdü. Toplumun her kesiminden destek alan bu eylemler yetkililerin söz vermesiylebitiriliyordu. İktidar sözlerini tutmayıp 15 Temmuz 1993’te tek taraflı olarak maaş artışlarını açıkladı. KÇSP iş bırakma, telgraf çekmek, sakal bırakmak, yemek boykotu gibi çeşitli eylemlerle tepkisini gösterdi.
22 sendika başkanı 25 Mayıs 1994’te verilen sözlerin tutulmamasını, yeni hak kayıplarını ve 5 Nisan Kararları’nıprotesto etmek ve sendikal haklar için Ankara’da üç günlük açlık grevine başladılar. 28 Mayıs gecesi sendika başkanları ve 50’den fazla kamu çalışanı gözaltına alındı. Sendika genel sekreterleri aynı gün açlık grevine başladılar. Ardından gözaltına alınanlar serbest bırakıldı ve 30 bin kamu çalışanı başbakanlığa yürüdü. Başbakan yardımcılarıyla görüşen heyete Murat Karayalçın “…kamu çalışanlarına sendika hakkını tanıyan düzenlemelerin yapılmaması durumunda hükümetten çekileceklerini…” söyledi.
KSÇP 15-16 Haziran 1995’te çeşitli illerde eylemler yapma, sendika genel başkanları Ankara Güven Park’ta oturma eylemi yapma, 17 Haziran’da diğer illerden gelecek kamu çalışanlarıyla Kızılay Meydanı’nda oturma eylemi yapma, 19 Haziran’dan itibaren de iş bırakma kararı aldı. Bu eyleme 150 binden fazla kamu çalışanı katıldı. Sonrasında Anayasa’da değişiklik yapılarak sendikaların örgütlenme ve “toplu görüşme yapma hakkı” getirildi. Başlangıçta “toplu sözleşme”, “grev hakkı” talebiyle örgütlenme savaşımı veren, tüm eylemlerinde bu talepleri öne çıkaran KÇSP heyeti “toplu görüşme” hakkına razı olarak özellikle ücret, sosyal haklar ve işyerlerindeki sorunlar konusunda işverenin (devletin) tek taraflı kararlarını da kabul ettiğini belirtmiş oldu. Bundan sonra da konfederasyon olmamanın pazarlık ve savaşım gücünü zayıflattığı tartışmalarına saplantı. 8 Aralık 1995’te de Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KESK) kuruldu.
KÇSP ve KESK yasallaşma ve konfederasyonlaşmanınsorunları çözeceği biçimindeki anlayışı aşamadığından ve sınıf hareketinin bütününün (işçilerle birlikte) örgütlenmesi, işyerleri düzeyinde politikalar üretilerek merkeze taşınmasını sağlayamadığından kaçınılmaz olarak geleneksel sendikal anlayışa savruldu. Bir de çeşitli parti ve grupların KÇSP/ KESK içinde kendilerini var etme ve sendikal örgütlenmeyi araçsallaştırmalarına yol açan hamleleri eklenince fiili ve fikri bir daralma başladı. Bu yüzden bazı işkollarında sınıfın bütünlüklü olarak örgütlenmesi yönündeki tartışma ve uyarılar yaygınlaşamadı.
Günü Kurtarırken Yarını Yitirmek: 1990’larda yaratılan siyasal, sendikal iklim özellikle 1995’ten sonra var olan konumu ve hakları korumak biçiminde bir anlayışı hatta teslimiyeti yerleştirdi. 12 Eylül darbesi ve yasaları sayesinde en büyük konfederasyon yapılan Türk İş işçilerin (hatta toplumun) öfkesini sönümlendirmek, gazını almak dışında bir eylemin yaratılmamasının en önemli aktörü olmaya devam etti.
1995 başlarında DİSK Yeraltı Maden İş Sendikası’nın önermesiyle kurulan ve yaygınlaşan Demokrasi Platformları işçi sınıfının sorunları dahil bulundukları alanın tüm sorunlarına taraf olmaya ve ivme yaratmaya başladı. Ancak tüm sendika, meslek örgütü, STK, sol / sosyalist partilerin içinde yer aldığı böylesi bir platform Türk İş’i rahatsız etti. Aldığı tavır, ve kurduğu egemenlik ilişkileri sonucu bir süre sonra Emek Platformu önerisi yaptı. İçinde Türk Kamu Sen, Memur Sen gibi uluslararası alanda sendika olarak tanınmayan sendikaların olduğu bu girişim karşısında KESK ve sol/ sosyalist partiler tepkisiz kalarak onaylamış oldular.
1999 Haziran ayında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin hazırladığı “Sosyal Güvenlik Reformu”na karşı kurulan Emek Platformu yapılmak istenen 1) Mezarda emeklilik düzenlemesinin geri çekilmesi, 2) Memur ve emekli maaşlarının yükseltilmesi talebiyle 24 Temmuz 1999’da Kızılay Meydanı’nda 400 bin’e yakın emekçinin katıldığı bir miting düzenledi. Ardından 4 Ağustos’ta Emek Platformu’nu oluşturan sendika ve meslek örgütü yöneticileri 1 günlük oturma eylemi yaparak 6 Ağustos’ta 1 günlük iş bırakma çağrısında bulundular. 4 Ağustos akşamı iktidar Sosyal Güvenlik Reformu tasarısını geri çektiğini açıkladı. 17 Ağustos Depremi ardından 25 Ağustos’ta emekçilerin “mezarda emeklilik yasası” olarak adlandırdıkları düzenleme Meclis’ten geçti.
İçerisinde KESK- DİSK ve TMMOB’a bağlı odaların da bulunduğu Emek Platformu tüm çalışanları ayağa kaldıran Sosyal güvenlik Reformu’na karşı geliştirilecek savaşım ve örgütlülüğü Türk İş engelini aşamadığı gibi zorlanmadı da… Türk İş’in üye sayısı ile yarattığı psikolojik ve siyasi egemenliği kırılabilecekken kapsayıcı bir dil ve örgütlülük için adım atılmadı.
15-16 Mayıs 2002’de Türk İş’in bağlı sendika ve şubelerinin düzenlediği oturma eyleminde “İş Güvencesi” talep ediliyordu. Türk İş başkanı Bayram Meral’in konuşması sırasında alanda bulunan işçilerin “söz bitti sıra eylemde”. “şalter inecek bu iş bitecek” sloganları karşısında iktidarla görüşeceğini söyleyen Bayram Meral’e “uzlaşma yok direniş var”, “İşçiler el ele genel greve” karşılığını verdiler. Türk İş işçilerin yitirdikleri haklar nedeniyle kabaran öfkesini törpüleyip, gazını alırken; iktidar ise 2001 krizi sonrası kurtarıcı olarak çağırdığı Kemal Derviş’in ülkeyi tümüyle uluslararası sermayeye açan politikalarını yaşama geçiriyordu. 15 günde 15 yasa olarak dayatılan düzenlemelerle tarımdan sosyal güvenliğe, çalışma yaşamında özelleştirmeye tüm alanlarda emek/ halk düşmanı politikalar takvime bağlanıyordu. Saldırılar yoğunlaştıkça sendikalar var olan konumlarını korumayı ve günü kurtarmayı seçerlerken üyelerini de bu yönde ikna etmeye yöneldiler.
Emeklilik hakkının neredeyse yok edildiği, tarımın uluslararası talana açıldığı, ücretlerin (alım gücü olarak) düşürüldüğü, taşeronlaşmatırma ve esnek çalışmanın yasalara girdiği, sendikasızlaştırmanın göstere göstere gerçekleştiği bu dönem neo liberal politikaların devlet politikasınadönüştürüldüğü dönem oldu. Bu koşullar altında Türkiye sınıf hareketinin tepki ve taleplerinin örgütlenemeyişinin nedenlerinden biri sendikal örgütlerin uzun erimli politikalar üretemeyişi ve sendikal bürokrasiye saplanmalarıysa; bir diğeri de işçi sınıfı politikalarını savunan, yön veren fakatbuna uygun örgütlenmeleri ve kitleselleşmeyi yaratamayan siyasi yapılardır…
2002 ve SONRASI
2002 Kasım ayında yapılan genel seçimlerde halk 1999 ve 2001 krizleri sonrası uygulanan yoksullaştırma ve sömürü politikalarının sorumlusu olarak koalisyon ortağı üç partiyi de Meclis dışında bıraktı. Gerçekte 15-16 Mayıs 2002’de “uzlaşma yok direniş var” sloganıyla dile getirilen, Türk İş’in gazını aldığı, diğer sınıf örgütlerinin okuyamadığı öfke bir kezdaha düzen içi çözüme razı edilmiş oldu. 3 Kasım’da yapılan seçimlerde AKP birinci parti, CHP ikinci parti oldu.
Hak kayıplarının ve yoksulluğun hızla arttığı bu dönemde AKP bunları düzelteceğinin sözünü vererek iktidar oldu. Devlete yerleşmek, oy tabanını tahkim etmek ve artırmak için devlet içindeki güç savaşında elini güçlendirmek için ilk döneminde popülist politikalarla, yoğun ABD ve AB desteğiyle seçmen desteğini artırdı. Aynı anda parti ve devlet içindeki “sorun çıkarabilecek” kişi ve yapıları tasviye etti.
Fakat ekonomi ve sınıf politikalarında kendinden öncekilerden farkı olmadığını, hatta daha katı olduğunu da gösterdi. AKP dönemi grev yasakları açısından 1952 yılından 2002’ye kadar olan 50 yıllık dönemden daha yasakçı bir dönem oldu. AKP hem ideolojik olarak hem de DSP-MHP-ANAP koalisyonundan -gönüllü olarak- miras aldığı IMF programını gereği emek ve hak karşıtı tutumundan geri adım atmadı.
1985-2002 arasında yılda ortalama 128 grev gerçekleşirken 2001-2015 yılları arasında bu sayı yılda ortalama 21’e düşmüştür. Grev yapılan işyerleri (greve çıkıldığı için) önemli olmakla birlikte, daha önemli olan grev yapılamayan işyerleridir. AKP işçi sayısı fazla, ekonomik büyüklüğü belirleyici olan sektörlerde (petro kimya, madencilik, metal, bankacılık) kararlı biçimde grev ertelemelerine gitmiştir.2003- 2018 yılları arasında söz konusu sektörlerde Petrol İş Sendikası’nın 1, Kristal İş Sendikası’nın 4, Lastik İş Sendikası’nın 1, Türkiye Maden İş Sendikası’nın2, Birleşik Metal İş Sendikası’nın 5, Çelik İş Sendikası’nın 1, Türk Metal Sendikası’nın 1, Banksis 1 olmak üzere 16 grev ertelenmiştir. Bu ertelemelerin sonucu olarak emek gelirlerin ulusal gelir içindeki payı 1999’da % 52 iken AKP döneminde hızla % 34’e düştü. (1971’de işçi ve çiftçilerin payının % 62,68 olduğu anımsanınca…)
Tekel Direnişi: AKP döneminin en etkili eylemi kuşkusuz Tekel Direnişi oldu. 15 Aralık 2009’da Tekel özelleştirmesi ve çalışanların başka kamu kurumlarına 4-C statüsünde nakli (sigortalarının 11 ay yatırılacağı, ücretlerinin düşürüleceği) gündeme gelince Tek Gıda İş Sendikası’na üye işçilerişyerlerinde başlattıkları eylemlerini 17 Aralık’ta Ankara’ya taşıdılar.
78 gün süren Toplumsal meşruiyet açısından 15-16 Haziran, Netaş Grevi, Madenci Yürüyüşü, kamu çalışanları sendikal savaşımı, mezarda emeklilik düzenlemesi kadar yaygınlık ve destek bulan Tekel Direnişi’nin güvencesiz çalışmaya, yoksulluk ücretine, özelleştirmelere karşıtlığı, toplamda neo liberal politikalara yönelik içeriği zamanla güvenceli, kadrolu bir iş talebine dönüştü. Oysa hem Türk İş hem de Emek Platformu yıllardır bu taleplerle “eylemler yapıyorlardı.”
Tüm baskılara ve işçilere uygulanan şiddete rağmen düzenlenen mitinge katılan 100 bin kişinin “genel grev” çağrıları yanıtsız kaldı. 10 bin Tekel İşçisi direniş boyuncaTürk İş genel merkez binasını işgal, AKP il binası önünde protesto, açlık grevi gibi eylemlerle kararlı olduklarını gösterdiler. Fakat sınıf örgütleri ve bileşenleri bir kez daha öngörüsüz, hazırlıksız, dağınık yakalandıkları bu süreçte Tekel işçilerinin ve ailelerinin dinamikliğini, Ankara halkının (ve Türkiye’nin) kararlı dayanışmasını görmek ve örgütlemeye çalışmak yerine geleneksel çizgilerine çekildiler.
Anlatılan bu geçmiş içerisinde çok sayıda grev, eylem, direniş yaşandı. İzmit- Bursa ağırlıklı olarak yaratılan ve kendi iç örgütlülüklerini de yaratmaya yatkın Metal Fırtına, Soma maden işçilerinin Bağımsız Maden İş’le yürüttükleri 35 günlük direniş, Kandilli Hema maden işçilerinin (işyerinden taşeron şirketlerin kovulması da dahil) sendika üyesi de olmaksızın yaptıkları seri eylemler), Çeltek’te ocağın kapatılması kararına karşı madencilerin kendilerini ocağa kapatmaları ve Enerji ve Bakanı ile Çalışma Bakanı’yla yeraltında görüşme yaparak kapatmayı durdurmaları, enerji işkolundaki Enerji Sen örgütlenmesi ve İstanbul Havaalanı inşaatında çalışan işçilerin eylemleri…
Çevre eylemi biçiminde başladığı ve ısrarla bu yanına vurgu yapıldığı için taşıdığı sınıfsal özellikleri yeterince anlaşılamayan ve tüm ülkede eş zamanlı sürdürülen Gezi Direnişi, Yırca Köylülerinin termik santral yapılmak için kesilen zeytinliklerde özel güvenlik elemanlarıyla çatışarak tuttukları nöbet gibi çok sayıda eylem de sınıf örgütleri ve sınıf adına siyaset yapan partilerce yeterince anlaşılamadı. Alanda bulunmak “gerektiği” için yer alan, kendi adını yazdırmanın veya kendilerini tahkim etmenin dışına çıkamayan yaklaşımlar aşılamadı.
Korona Salgını ve Emek Hareketi: Çin’de başlayıp tüm dünyaya yayılan korona salgını var olan tüm alışkanlıkları değiştirmekle kalmadı; özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri sağlık kriziyle birlikte ekonomik krize de soktu.
Ülkemizde salgın öncesi başlamış olan ekonomik krizi derinleştirmemek, hiç olmazsa iç piyasayı canlı tutabilmek için 2020 Mart ayına kadar hiçbir önlem alınmadı. İktidar tüm eleştiri ve uyarılara rağmen 11 Mart’a kadar korona virüsününTürkiye’deki varlığını kabul etmediği gibi gerekli önlemleri de almadı. Virüsün ve vakaların resmen kabulü sonrası alınan önlemler ve yasaklamalar emek kesiminin büyük bölümünü kapsamadı.
Virüse ilişkin Türkiye toplumunun en duyarlı olduğu ilk 1 ay ve önlemlerin yeterli olmadığına ilişkin kamuoyu tepkisinin örgütlenemediği, işçilerin, memurların çalıştırıldığı, iş ve işyeri koşullarının sağlık için tehdit olduğu durumlarda “işçilerin çalışmama hakkı”nın gündeme getirilememesi düşündürücüdür. Örgütsüz, yoksul ve geçim derdine düşmüş insanların virüse rağmen çalışmak zorunda kalması karşısında sınıf örgütleri ve sol/ sosyalist partiler devletin yurttaşların gereksinimlerini karşılaması gerektiği, toplanan vergilerin ve “İşsizlik Fonu”nun amacının bu olduğu yönünde bir örgütlenme ve bilinci yaratamadılar. Oysa 1967’de DİSK kuruluş bildirisinde “beslenme hakkı”, “barınma hakkı”, “sağlık hakkı”, “eğitim hakkı”, “çalışma hakkı”, “vergide adalet”, “gelir dağılımında adalet”, “insanca ücret” diyerek 53 yıl önce somutlamış, ne yapılması gerektiğini de 15-16 Haziran Direnişi’yle göstermişti.
Virüsün resmen kabulünden 2020 Haziran ayına kadar ölen 5 bine yakın insanın içinde özellikle sağlık çalışanları başta olmak üzere çok sayıda emekçinin olması sınıf hareketi ve muhalefetinin tümüyle bir sistem eleştirisi ve karşı çıkışyerine dönemsel, tek bir soruna ve sorunun yaşandığı an’aodaklanan geleneksel, liberal çizgiyi aşamamasının sonucudur.Yıllardır CHP, TKP, SOL Parti, EMEP vd. partilerin kendilerini var etme, kadro devşirme alanı durumuna dönüşen sendikalar ve özellikle de DİSK sınıf sorunlarının ve savaşımının gerektirdiği bağımsız, özgür, dayanışmacı politikaları üretmek yerine etkisi altındaki siyasi partilerin güncel duruma ve politikalara ilişkin yaklaşımlarını aşamadı. Korona virüsü salgınında da görülen bu etkisizlik ve çözümsüzlük kısa süre sonra kabullenmeye dönüştü.
İktidarın ekonomik kriz karşısındaki çözümsüzlüğü ve tıkanıklığı iç piyasayı canlı tutarak işsizliğin artmaması, tüketim yoluyla ekonominin bir miktar da olsa işlemesi, vergi gelirlerini artırmak vb. çok sayıda kararının virüs salgını karşısında fiili olarak sürü bağışıklığı anlamına geldiği açık. Çok sayıda insanın bir arada çalıştığı, her gün servise, halk otobüsüne binmek zorunda kaldığı koşullarda yeterli beslenemeyen, vücut direnci zayıf, mesleğinden kaynaklı kronik hastalıkları bulunan insanların ekonomiye (iktidarın varlığına) kurban edildiği bir süreci yaşıyoruz; yaşayacağız…
Tam da bu aşamada sermayenin devreye girerek işçilerin virüse maruz kalmaları durumunda iş kazası ve meslek hastalığı sayılmaması yönünde SGK’dan talepte bulundukları ve SGK’nın bu talep doğrultusunda bir genelge yayınladığı ortaya çıktı. Sınıf örgütlerinin çalışanların çıkarı, sağlığı ve hakkı için yapmadığını, yapamadığını sermaye örgütleri kendileri için, patronlar için (2020/12 Korona virüs Genelgesi) yaptılar. Çalışanlar işyerinde bir hastalığa yakalanmaları, yaralanmaları durumunda istirahatli (raporlu) geçirdikleri sürenin tüm haklarını çalışıyormuş gibi alırlar, hak kayıpları yaşamazlar. Aynı biçimde işyerinde çalışırken ölmeleri durumunda iş kazası sayıldığı için mirasçıları var olan yasal/ doğal hakları dışında ayrıca tazminat alırlar. İşverenlerin kusuru, önlem almayışı vb. çok çeşitli unsura bakılarak belirlenen bu tazminat ve ödemeleri ödemek istemeyen patronlar salgın ortamında emekçileri çalıştıracak ancak virüsle ilgili sonuçlarından muaf olacak. İktidar da; iş ilişkilerini düzenlemek ve denetlemek görevi nedeniyle virüse bağlı olası ölümlerde görevini yapmadığı için devlete yönelik sorumluluktan da kaçınmış oluyor. SGK’nın KoronavirüsGenelgesi’ne göre çalışırken virüs bulaşan ve yaşamanı yitirecek olanlar işte de olsa evde de olsa kim vurduyagidecek. Artık işçilerin güvencesi kağıt üstünde bile değil…
Tüm bu düzenleme ve uygulamalar üzerine emek hareketinin, sol/ sosyalist partilerin çok ciddi düşünmesi ve çözümler üretmesi, önermesi kaçınılmazdır. Çünkü sermaye ve iktidarlar dünü, bugünü, yarını birbirine bağlıyorlar. Örneğin 15-16 Haziran Direnişi sonrası tutuklanan sendika yöneticisi ve işçiler sıkıyönetim sonrası serbest bırakılmış, çoğu beraat etmiştir, hüküm giyenler de 1974 affından yararlanmışlardır. Fakat 12 Eylül sonrası kapatılan DİSK yöneticilerine açılan davaların arasına 1971’de hükmü verilmiş 15-16 Haziran Direnişi gelmiş, 1974’te affa uğrayanlar bile yeniden yargılanmıştır. Sermayenin ve iktidarların unutmadığını, biriktirdiğini, fırsat kolladığını biliyor olmamıza rağmen unutmamız, unutmasak bile biriktirmeyişimiz, dünü bugüne bağlayıp yarına yönelmeyişimiz, buna uygun örgütlenmeyişimiz çok acıdır… Dünyada ve ülkemizdeki ekonomik yapılanma, uluslararası iş bölümü, kentleşme, yoğun genç nüfus yeni bir işçi kitlesinin oluşumunu sağlarken patronlar da yeni çalışma düzenleri kurma planları yapıyorlar… Biz yine geç, eksik ve geleneksel çizgimizi mi sürdüreceğiz?
ÇALIŞMA KAMPLARI
Virüs salgını yoğunlaştığında ve tüm dünyada çarklar durduğunda “İzole Üretim Tesisleri” adıyla bir proje duyuruldu. MÜSİAD tarafından planlanan ve tam da ekonomik kriz ile salgının iç içe geçtiği bir dönemde; orta ölçekli sanayi tesislerinin dış dünyaya tümüyle kapalı olarak yeniden kurulacağı açıklandı. Salgın korkusu, üretimin düşmesi, 14 milyona yaklaşan (artacağı öngörülen) işsizlik, 20 milyon kişinin yardımlarla yaşayabildiği, ülkemizde ve dünyada üretim ve bölüşüm ilişkilerin tartışıldığı, sermayenin kendi içinde/ arasında el değiştirdiği koşullarda “İzole Üretim Tesisleri” iyi, güvenli, sürekli iş olanağı sunacak algısı üzerine oturtuldu ve gündemde yer bulmadı.
Tesis mi Çalışma Kamp mı: Tesis, özellikle de sanayi tesisi iş ilişkisi içinde olan insanların rahatça giriş, çıkış yapabildiği, çalışanların mesai saatleri dışında kendi yaşam alanlarına döndüğü klasik bir işyerini anlatıyor. Fakat İzole Üretim Tesisleri olarak bize sunulan; işçilerin aileleri ile birlikte yaşayacağı, içerisinde market, okul, cami, spor salonu, sinema, kafe, okul, sağlık merkezi, vb. mekanların olduğu bir “tesis” sözü edilen. Giriş çıkışların denetim altında olacağı bu sanayi bölgeleri 2013’te planlanmış. 1.000 işçi aileleriyle birlikte 4.500 kişinin yaşayacağı bu kamplar daha salgın yokken MÜSİAD tarafından planlanmış ve 4 adet çalışma kampı için ruhsat almış; ilki de 15 Haziran 2020’de açılacak.
Kapalı devre çalışacak bir sanayi bölgesi/ kamp olacak. Öyle ki gümrük işlemleri de yapılabilecek. Endüstri meslek lisesine kadar eğitim kurumlarının olacağı bu kampta lise öğrencilerinin okuduğu alanda staj yapması, işçi eşlerinin tarım ve hizmet alanlarında çalıştırılacağı açık (Kadın emeğinin değerlendirilmesi yazmışlar). Biliyoruz ki kağıtüzerinde yazılanla uygulanan her zaman emekçilerin zararınadır. Tüm gereksinimlerin kamp içinde karşılandığı hatta ödenen ücretin kamp içinde harcandığı bir düzen her şeyden önce temel haklara aykırıdır. Çalışanlar ve aileleri açısından tüm ilişkilerin 4.500 kişiyle sınırlı olduğu, tüketim açısından seçme şansının bulunmadığı, aile ve arkadaş ilişkilerinin (sosyal yaşamın) kamp içine tutsak edildiği, siyaset hakkının, sendikal örgütlenmenin, seyahat özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı veya denetlendiği bu kamp sömürüyü de artıracak. Patron emek karşılığı verdiği ücreti yan tarafta kurduğu markette, sinemada, spor tesisinde, mağazada geri alacak…
Bir diğer özelliği de “Kısmi Serbest Bölge” statüsünde olacak olması. Daha önceki serbest bölge uygulamalarından bildiğimiz sendikal örgütlenmenin zorlukları, işçilerin tuvalet sürelerine kadar her anlarının hesaplanması, çoğu yasal yükümlülüklerden muaf olmaları gibi olumsuzluklar düşünüldüğünde MÜSİAD’ın kamplarının kısmi de olsa “Serbest Bölge” statüsünde olacağı gerçeği yeni bir emek sömürü/ saldırısı olarak değerlendirilebilir.
Evden Çalışma ve Evin Kamplaşması: Virüs salgınıyla birlikte sermaye ofis çalışanlarını evden çalıştırmaya başladı. İlk bakışta işyerine göre daha kolay, güvenli hatta konforlu görünen bu yöntem kısa bir süre sonra çalışanlar için baskıya, sömürüye, özel yaşam alanının ihlaline dönüştürüldü.
Öncelikle mesai saatleri kavramı ortadan kalktı. İşverenler günün her saatinde iş istemeye başladılar. Bununla da yetinmeyip evde denetim altında tutmak için bilgisayar kameralarının açık tutulmasını, çalışanların da kamera karşısında bulunması isteniyor. İşyerinde 08:00- 17:00 saatleri arasında 1 saat öğlen yemeği hakkı olan çalışanlar evde öğlen yemeğini kamera karşısında (online) yemek zorunda bırakılıyor. Çalışanların ev bilgisayarları 24 saat açık tutulduğu için iş dışındaki tüm bilgisayar hareketleri de denetleniyor. Ev içerisinde de özel yaşamın sonu olan bu uygulama evleri de kamplaştırıyor.
Yoksulluğun, işsizliğin, ekonomik krizin yol açtığı çaresizlik ve kaygıların üzerine salgın döneminde işsiz kalma korkusunun da yarattığı teslimiyeti kullanan sermaye ve iktidar sömürüyü kurumsallaştırmak ve yasallaştırmak için her yolu deniyor. Anayasal haklardan sendikal haklara, temel insan haklarından doğal sosyal yaşama kadar tüm haklarımız ve yaşam alanlarımız yok ediliyor.
TEK TEK DEĞİL HEP BİRLİKTE
Genel Ekonomik Veriler ve İşsizlik: Gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerin uzun süredir ekonomik bir krizin eşiğinde olduğu biliniyordu. İşçi sınıfının ve bileşenlerinin örgütlü olmadığı, denge oluşturamadığı koşullarda krizler her zaman sermayenin ve iktidarların işine yarar. Şu anda ülkemizde ve dünyada denge oluşturabilecek bir örgütlülükten söz etmek olanaksız. Korona salgınıyla iyice derinleşen ekonomik kriz tüm dünyayı sarsmaya devam edecek gibi görünüyor. İyimser tahminler bile salgının ilk görüldüğü 2019 Aralık’taki ekonomik duruma dönmenin en az iki yıl alacağı yönünde. Karşılaştırmalar 15 yıl süren 1873- 1888 kriziyle ve 1929 ‘daki Büyük Buhran’la yapılıyor.
Dünyanın en büyük ekonomileri (ABD, Çin, Almanya, Japonya, Fransa, İtalya vd.) salgın süresince küçülmeye başladılar. 1 Mayıs 2020 tarihinde açıklama yapan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) başkanı korona salgını nedeniyle 1.8 milyar kişinin işlerini yitirebileceğini açıkladı. Birleşmiş Milletler Turizm Örgütü 2020 için turist sayısının % 70 düşeceğini, bunun da 1950’den sonraki en düşük düzey olacağını belirtti. Dünya genelinde turizm sektöründe 110 milyon kişinin çalıştığı, Türkiye’nin de en önemli gelir ve istihdam kalemlerinin birinin turizm olduğu düşünülürse… Haziran ayının başlarında ABD’de işsizlik maaşına başvuranların sayıları 40 milyona, Çin’de 70 milyona ulaştı, Almanya kısa mesai uygulamasıyla salgının etkilerini düşürmeye çalışsa da işsiz sayısının 3 milyona çıktığı, 11 milyona yakın kişinin kısa çalışma uygulamasına başvurduğu;salgına yönelik karantina, sokağa çıkma yasağı gibi önlemler almayan İngiltere’de işsizlik oranı %3.9’a yükselirken, yıl sonuna doğru % 10’a yükseleceği belirtiliyor.
Ülkemizde ise 2018 Ağustos ayından 2020 Şubat ayına kadar 2.5 milyon kişi işten çıkarılmıştı. 2019 Şubat- 2020 Şubat döneminde işsiz kalanların sayısı 1.1 milyon kişi oldu.TÜİK verilerine göre 2020 Şubat dönemi işsiz sayısı 4.228 binkişi, geniş tanımlı işsiz sayısı 8 milyon 427 bin kişiydi. Salgın sonrası Mayıs ayında yaklaşık 3,5 milyon çalışanın işsizlik maaşı veya kısa çalışma ödeneği için başvurduğu, ekonomistlerin salgın sonrası kayıtlı işsizliğin 12 milyonu geçeceği, işsizlik oranının % 35’leri bulacağı yönündeki öngörüleri düşünülürse işçi sınıfının, çiftçilerin, yoksulların, işsizlerin karşılaşacağı tablo daha net görülecektir. Bu verilere kayıt dışı çalışıp da işini yitirecek olanlar, yaşı nedeniyle iş bulma şansı olmayanlar, İş Kur üzerinden başvuru yapmayanlar vb. yok. Yani geniş tanımlı işsiz sayısı da eklendiğinde 20 milyon işsizin olduğu bir ülke olacağız.
Salgının tüm dünyada ve ülkemizde büyük sermaye hareketlerine, el değiştirmelere yol açacağı görünüyor. Ulaslararası sermaye ve emperyal ülkeler salgınla ekonomileri iyice çöken ülkelerin tüm varlıklarını ele geçirmek, bu ülkelerin işçilerini, köylülerini ucuz iş gücü olarak kullanmak için çaba harcamak zorunda kalmayacaklar. İktidarlarını sürdürmek veya iktidar olmak isteyen düzen içi siyasi partiler oldukça; kendi geleceğini bütün olarak gören sınıf örgütleri yaratılıp savaşım verilmedikçe parayı veren şirketleri ve ülkeleri götürecek. Bu koşullardan kendiliğinden bir halk hareketi çıkacağını ve sonuna kadar savaşım vereceğini beklemek ise tarihin akışına ters…
Ne Yapılmalı: DİSK kuruluş bildirgesinde yazılan haklar bugün de yol göstermeye devam ediyor. Bugünkü sendika ve sendikacılık algısı hatta ön kabulü karşısında çok uç bir örnek gibi görünen bu haklar temel insan hakları olmasının yanında emekçilerin var olmaları için gerekli/ zorunlu yaşamsal haklardır. Sendika ve konfederasyon örgütlenmelerinin üyesi olsun olmasın herkes için “beslenme hakkı”, “barınma hakkı”, “sağlık hakkı”, “eğitim hakkı”, “çalışma hakkı”, “vergide adalet”, “gelir dağılımında adalet”, “insanca ücret”, “örgütlenme hakkı”nı savunmaları, işyeri komite ve konseylerini, işçi meclislerini bu hakların sahipleriyle birlikte düşünmesi zorunludur. DİSK’in kuruluşunun da, 15-16 Haziran Direnişi’nin de öğrettiği burdur.
“Her sendika kendi sorunlarını kendi başına çözmek zorunda kalıyorsa konfederasyon ne ihtiyaç vardı ki?" (3)DİSK ve kurucu sendikalarının 1965- 1970 yılları arasındaki eylemlerinin % 57’sinin sendikaların örgütlü oldukları işyeri ve iş koluyla doğrudan ilgili olmaması önemlidir. Fakat bugün geldiğimiz aşamada sendikal hareket yukarıdaki hakları kendi üyeleri için bile isteyemez, düşünemez noktadadır. Ya da tersinden bakarsak; ücret dahil sosyal hak, işyerinin kapatılması, özelleştirilmesi gibi eylemlerde toplumun tüm kesimlerinden destek isteyen/ gören sendikaların bu desteği örgütlü duruma getirmesi, zamanla parçası olması zorunlu ve gerekli bir yöntem değil midir?
Var olan sendika yasalarına ve mevzuata göre aynı işyerinde, işyeriyle doğrudan ilişkili birimler olmasına rağmen “ayrı işkolu” denilerek, sırf yasa öyle tanımlıyor diye 3-4 sendikanın varlığına karşı çıkmıyor/ çıkamıyorken;“İşçilerin, bölgesel esasa göre, sektör farkı gözetilmeden örgütlenmesi demek, bütün işkollarından işçilerin, genel çalışma koşullarını değiştirmeye dönük ortak hareketini örgütlemek…”(4) zor görünebilir. Fakat 15-16 Haziran’ın, dünyadaki toplumsal hareket sendikacılığının da bize öğrettikleri nedir sorusuna verilecek yanıtlardan biri; sermayenin ve iktidarların tüm araçlarıyla üzerimize geldiği ve acımasızca sömürdüğü günümüz koşullarında işyeri, işkolu düzeyindeki ayrımlar, ayrı savaşımlar, ayrı örgütlenmeler dönemsel/ anlık başarılar kazansa da kısa sürede yenilgiye uğruyorlar.
Ayrıca küreselleşmenin ve neo liberalizmin yarattığı yeni işçi/ işsiz kitlesi, kayıt dışı ve güvencesiz çalışma, işyerlerinin parçalanarak büyük çaplı üretim alanları yerine küçük işyerleri biçiminde üretim ve emekçinin emeğine yabancılaştırılması gibi nedenlerle özünde bir zincirin parçaları olan üretim alanlarının (diğer bileşenlerle) işçi sınıfının ortak bölgesel sorunları etrafında örgütlenmesi kaçınılmazdır. Bunusağlayamazsak her parça birbirinin rakibi ve düşmanı olup, yaşadığı sorunların nedeni olarak kendiyle aynı sorunları yaşayan işçi/işsiz kitleleri görmeye devam edecektir. İktidarlar işçi ve kamu sendikalarıyla her pazarlık (sözleşme) döneminde “işçiye verirsek memura ne vereceğiz”, “memura verirsek köylüye ne vereceğiz” gibi açıklamaları yalnızca gerekçe üretmek için değil, sınıfın bileşenlerini birbirine rakip/ düşman duruma getirmek için yapıyorlar; sonuçta işçi, kamu çalışanı, köylü karın tokluğuna tutsak ediliyor.
Sınıf Hareketi ve koşullarımız açısından yitirdiklerimiz ve geldiğimiz yer ortada. Bu nedenle, geleneksel politika ve ücret/ işyeri sendikacılığını terk ederek başlamalıyız. İşçi sınıfının ve sol/ sosyalist partilerin deneyimlerinden yararlanan, geleneğe yaslanan fakat gelenekçilik yapmayan;bilginin, yeteneğin, çabanın hakkını gözeten fakat bunların kişi ve grupların/ seçkinciliğine dönüştürülmesini reddeden bir kültürü, geleneği yaratmak zorundayız. Kendi iç demokrasisini yaratan ve koruyan, geleneksel ve çağdaş sendikacılık anlayışının ötesine geçip yüzünü işyerlerinin ve iş kollarının dışına da dönen, işçilerin ortak temsil ilişkileriyle sosyal, politik gündemlere taraf olduğu, işçilerin yaşam alanlarının da örgütlendiği bir sendikal hareket yaratmak zorundayız. Toplumsal Hareket Sendikacılığı olarak dünyada örnekleri olan, ülkemizde de tartışılan bu örgütlenme modeli 15-16 Haziran Direnişi ve DİSK’in kuruluş ilkelerinden çok da farklı bir yol değildir.
Yaşadığımız korona salgını ve sermayenin küresel krizinin sonuçlarının ülkemizde 20 milyona yakın işçinin işsiz kalmasına, çiftçinin büyük oranda elindeki toprağı yitirmesine, kamu çalışanlarının bile iş güvencesinin tartışılmasına yol açacağı görülüyor.
Günümüzde sömürünün daha da derinleştiği, çalışanların makine kadar değerinin olmadığı, çalışma kampları (izole üretim tesisleri), dijital kelepçe (çalışanı takip amaçlı), uzaktan eğitimi kalıcılaştırma planları (atanamayacak öğretmenler) bugün için 15-16 Haziran bilincini zorunlu kılıyor.
Yaşadığımız korona salgını ve sermayenin küresel krizinin sonuçlarının ülkemizde 20 milyona yakın insanın işsiz kalmasına, çiftçilerin büyük oranda elindeki toprağı yitirmesine, kamu çalışanlarının bile iş güvencesinin tartışılmasına yol açacağı görülüyor. Siyasi açıdan emekten yana bir örgütlenme yaratılamazsa çok daha baskıcı bir dönem bizi bekliyor. Ortaya çıkacak büyük işsizlik ve derinleşerek yaygınlaşacak yoksulluk din, milliyetçilik gibi politik araçlarla işçi sınıfı ve bileşenlerinin sermayeye ve iktidara değil birbirine yöneltilmesi gibi olasılıklara açık…
Tarihi boyunca “partiler üstü sendikacılık” diyen Türk İş, 1973’te “partiler üstü”ne terfi eden (edemeyen), 12 Eylül’den sonra açılınca “çağdaş sendikacılık’ta karar kılan DİSK (Hak İş’i söylemeye gerek yok) şu anki durumlarıyla konumlarını korumak dışında bir adım atamıyorlar, atamazlar. KESK ise kuruluş sürecinden “konfederasyon her şeyi çözer” tartışmasına saplandığı an’a kadar olan dönemde yarattığı değerleri bugüne taşıyıp çıkış bulabilir.
Sendikal örgütlenme ve anlayış açısından 1970’in gerisinde olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmeden bugüne çözüm üretmemiz oldukça güçtür.
Hiçbir sendikanın, hiçbir konfederasyonun kendi başına altından kalkamayacağı zor bir sürece girdiğimiz gerçeğini unutmadan kamu çalışanlarının, işçilerin, çiftçilerin, işçi/ işsiz/ atama bekleyen kitlelerin birlikte örgütlenmesini, her düzeyde dayanışmasını sağlayacak, politikleşmiş bir sınıf örgütlülüğüolmazsa olmaz bir zorunluluktur.
Beslenme hakkı”, “barınma hakkı”, “sağlık hakkı”, “eğitim hakkı”, “çalışma hakkı”, “vergide adalet”, “gelir dağılımında adalet”, “insanca ücret”, “örgütlenme hakkı” gibi talepler çok daha yakıcı duruma gelmiştir. 15-16 Haziran’ı yaratan işçiler gibi anti kapitalist bir eylemle her türlü örgütsel ayrımı bir kenara bırakıp insanca yaşam hakkı için düşünmek, yeni savaşım biçim ve araçları yaratmak ve adım atmak zorundayız.
50. yılında 15-16 Haziran’ı kutlarken (bu direnişte yaşamını yitirenleri anarken), yeni 15-16 Haziran’ları yaratmak gibi bir görev ve sorumluluğu da sahiplendiğimizi bilmemiz gerekir. İşçi sınıfının kendi sorunlarıyla ilgili olarak ortak savaşımının hak almak/ alınmış hakları korumak için ilk gereklilik olduğunun en görkemli izleğidir 15-16 Haziran…
Alıntılar:
1) Çetin Uygur – Dinazorların Krizi / s. 175
2) Çetin Uygur- age/ s. 178
3) Sınıf Hareketinde YÖN – sayı 8/ sf. 3
4) Sınıf Hareketinde YÖN – sayı 8/ sf. 12
Kaynaklar:
1) Dinazorların Krizi/ Çetin Uygur
2) Sınıf Hareketinde YÖN / 1. ve 8. sayı
3) İşçilerin Sesi Gazetesi / 23. ve 26. ayı
4) Devrim Dergisi / sayı 22
5) Kuramsal ve Tarihsel Boyutlarıyla Hak Mücadeleleri 1- 2
6) Sanayi İşçisinin Kimliği DİSK-AR
İnternet Siteleri:
dogrulukpayi.com, politeknik.org.tr, disk.org.tr, lastik-is.org.tr, m.bianet.com, sekeris.org.tr, iktisattarihivesanat.blogspot.com, calısmatoplum.org